7 Temmuz 2012 Cumartesi

Örümcek Gansgtere Karşı

"You tell Anderson Silva I'm coming over and I'm kicking down his backdoor and patting his little lady on the ass and I'm telling her to make me a steak, medium-rare, just how I like it."

Bu sözler, önümüzdeki gece Las Vegas'ta Anderson Silva'yla UFC Ortasıklet Şampiyonluğu ünvanı için karşılaşacak olan Chael Sonnen'e ait. Ve emin olun, MMA tarihinin en ateşli çekişmelerinden birinin tanıklık ettiği tek hakaret bu değil...




Bir saniye, bahsettiğim şeyin ne olduğu konusunda en ufak bir fikriniz yok, değil mi? Tahmin etmeliydim.

MMA, yani mixed martial arts(karma dövüş sanatları) veya ülkemizde bilinen adıyla "kafes dövüşü", şu anda dünyada en büyük ivmeyle yükselişte olan spor. UFC, yani Ultimate Fighting Championship ise bu sporun en büyük organizasyonu konumunda. Temellerini sokak kavgalarından alsa da, ve ilk UFC programları "kuralsız dövüş" olarak lansa edilmiş olsa da, New Jersey Atletik Komisyonu'nun yazdığı kural setiyle beraber, günümüzde MMA karşımıza sporcu sağlığının ve centilmenliğin tamamen ön planda olduğu bir şekilde çıkıyor. Herhangi bir dövüş sporundan daha riskli olmayan MMA, bize bütün bu diğer dövüş spor/sanatlarından çok daha büyük bir heyecan ve eğlence vaat ediyor.

Bunu nasıl mı sağlıyor? Kafes dışında ringde de icra edilen bu sporda kullandığınız teknik açısından bir sınır olmadığı gibi, dövüş yerde de devam ediyor. Bu da bize belki de tamamen farklı iki altyapıdan yetişen dövüşçünün mücadelesini getiriyor. İlk UFC programlarının bir amacı da farklı dövüş sanatlarından hangisinin üstün olduğunu görmekti zaten. Bu dönemlere damga vuran Royce Gracie'nin sanatı Brazilian Jiu-Jitsu'nun en yüce dövüş stili olduğunu iddia edemesek de, günümüzde boks, kick-boks, muay thai, tekvando, karate gibi vurmaya dayalı sporlardan gelen isimlerle güreş, judo, BJJ gibi "grappling" altyapısına sahip disiplinlerden yetişenler sekizgen kafesin içinde mücadele ediyorlar.

Bu da bize eşşiz bir heyecan fırtınası getiriyor. Ayaktaki dövüş yere indirilme tehlikesi olduğu için hiçbir zaman monoton değil, rakibi pes ettirme teknikleri de sırtı yerde olan isimlerin bile tehlikeli olabilmesini sağlıyor. İlk raundları domine eden isimler son anlarda nakavt olabiliyor veya pes etmek zorunda kalabiliyor.



Yazımızın konusu olan iki isim, yani Anderson Silva ve Chael Sonnen arasındaki ilk dövüş bunun en güzel örneklerinden biri. Bundan tam iki yıl önce UFC 117'de gerçekleşen maçta, rakibini dört buçuk raund boyunca domine eden Sonnen'in muhteşem bir triangle choke'a yakalanıp pes etmesini izlemiştik. Fakat bu durum, rövanş maçlarını bir heyecan fırtınası haline getiren nedenlerden sadece bir tanesi.

İşe sportif yanından bakacak olursak, Anderson Silva UFC tarihinin en dominant şampiyonu. Arka arkaya tam 14 maç kazanmış ve kemerini 9 kez üst üste korumuş durumda, bu da "The Spider"ın son altı yıldır kemeri elinde tutması demek. Muhteşem bir boksör olan Silva'nın başarılı tekniği onun yere indirilmesini de neredeyse imkansız hale getiriyor. Lyoto Machida'ya karşı elde ettiği gibi inanılmaz nakavtlara sahip olan bu ismi bize güçsüz gösterebilmiş olan tek bir isim var: Chael P. Sonnen.

Sonnen, 9 yaşından beri güreşen, NCAA düzeyinde iki kez All-American olmuş ve 2000 yılında greko-romen güreşte olimpik yedek seçilmiş bir isim. Bu altyapıyı sekizgen kafese taşımayı da başaran Sonnen, şu anda tam bir MMA sporcusu olmuş ve ciddi bir boks yeteneğini de kazanmış durumda.



2010 yılına dönersek, bu iki isim ilk kez karşılaştıklarında kimse Sonnen'e kemeri kazanma şansı vermiyordu. Bahis şirketleri Silva'yı 6'ya 1 oranında favori göstermekteydi. Fakat Sonnen, daha gong çalar çalmaz önce herkesi hayrete düşürecek bir şekilde Silva'yı ayakta dövüşte, yani onun kendi oyununda alt etmiş, daha sonra da tam dört buçuk round boyunca onu yerde domine etmeyi başarmıştı. Maçın sonunda -kaburgası kırık olmasına rağmen dövüşü iptal etmediğini söyleyen- Silva sadece bir maçta tüm UFC kariyerinde yediğinden daha fazla yumruk yemiş ve neredeyse iki kat daha uzun süre sırtı yerde kalmıştı. Ama maçın bitmesine iki dakika kala gelen triangle choke, Sonnen'i pes ettirmiş ve şampiyon kemeri korumayı başarmıştı.

Olası en kısa sürede yapılması beklenen rövanş maçının planları, Sonnen'in önce hastalığından dolayı aldığı testosteron terapisini komisyonu bildirmemesi, daha sonra ise adının karıştığı kara para aklama skandalı yüzünden suya düştü. İki ismin yollarının tekrar kesişmesi için Silva'nın kemerini iki kez daha koruması, Sonnen'in ise Brian Stann ve Michael Bisping gibi iki önemli isme karşı galip gelmesi gerekti. Sonuçta Sonnen, istediği rövanş maçını elde etti ve bu gece kemeri kazanmayı tekrar deneyecek.

Sonnen'in pes ettiği an


Burada bu iki rakip arasındaki mücadelenin sportif boyutu aştığını söylemek gerekiyor. UFC, Brock Lesnar'ı dışarıda tutarsak, kendini amerikan güreşinden hep uzak tutmaya çalışmış, sahnelenen bir şov değil gerçek bir rekabet barındırdığını hep vurgulamış bir federasyon. Fakat büyük dövüş rekabetlerini yaratanın da sıklıkla işin kişisel boyutu olduğunu unutmamak gerek. WWE bu yüzden yıllardır fiziksel rekabeti pembe dizi hikayesiyle satıp para kazanmayı başarıyor. Sonnen de MMA kariyerine gerekli dramayı katmak konusunda kesinlikle bir numara.

"Oregon sokaklarında bütün maçı yerde geçiren biriin galip ilan edilemeyeceği" iddiasında olan ve kendisini gerçek şampiyon olarak gören, hatta kendi kemeriyle gezen Sonnen, eline geçirdiği her fırsatta Silva'yı, ekibini, hatta ülkesi Brezilya'yı tam da WWE ringlerinde gördüğümüz bir şekile aşağılamayı kendine adet edinmiş durumda. Silva'ya hakaret dolu şarkılar besteleyen, Brezilya'da bilgisayarların, otobüslerin, hatta temizlik malzemelerinin bulunmadığını söyleyen Sonnen, şampiyonun karısına ve koçları Nogueira kardeşlere ettiği laflarla "The Spider"ın kafasının içine girmiş durumda.

(Sen nasıl olur da böyle aşağılık bir adamı desteklersin diyenlere not: Dostum ben Amerikan Güreşi anlatıyorum :( )

Her zaman sakinliğini korumasıyla tanınan ve belki de bu yüzden altı yıldır şampiyon olan Anderson Silva'nın bu sefer gösterdiği fevri davranışlar işi daha da ilginç kılıyor. Bir telekonferans görüşmesinde Sonnen'in bütün dişlerini kırıp ona yedireceği iddiasında bulunan şampiyon, geçtiğimiz saatlerde yarışma tartısı sırasında rakibinin çenesine attığı omuz darbesiyle bu dövüşün onun için ne kadar kişisel bir hale geldiğini kanıtlamış oldu.

Silva, 37 yaşında, ve artık emekli olabileceği konuşuluyor. Sonnen, 35 yaşında, ve bu, bahis sitelerine göre favori yine rakibi olmasına rağmen, onun tam on yıl önce ölüm döşeğindeki babasına söz verdiği gibi dünya şampiyonu olabilmesi için son şansı. "The Spider" ayaktaki dövüş becerisini, "The American Gangster" ise güreş yeteneğini bu maçı kazanmak uğruna son damlasına kadar harcayacak...

Anderson Silva, şu anda tam Sonnen'in istediği yerde, öfkeli ve kontrolsüz. Bakalım sportif boyutu çoktan aşmış olan bu maçı kazanmayı başaran görmeye hiç ama hiç alışık olmadığımız bu yeni Silva mı olacak, yoksa Sonnen rakibinin  bu duygusal boşluğundan faydalanıp kafesten eli havada ve belinde kemerle mi ayrılacak? Bu sorunun cevabını hep beraber yarın gece bulacağız. Dövüş sporlarına en ufak bir ilginiz varsa bu mücadeleyi kaçırmayın!

22 Ekim 2011 Cumartesi

Ragbide Final Günü Geldi Çattı!

Ülkemizde yaygınlığı oldukça az olsa da, başta ev sahibi Yeni Zelanda olmak üzere birçok ülkenin onunla yatıp kalktığı Ragbi Dünya Kupası, yarın oynanacak final maçıyla altı haftalık serüveninin sonuna geliyor.

Ragbi sporunun Yeni Zelanda'daki önemini anlamak için geçmişe dönmek gerekiyor. Ülkeye 1860'ların sonunda İngilizler tarafından getirilen spor, zamanla yerli Maori halkının boyunduruğu altında bulundukları Britlere karşı kendilerini göstermek için benimsedikleri bir spor haline geliyor. Britanya'da oynanan forvet ağırlıklı, fiziksel gücün daha ön planda olduğu oyuna karşılık hızlı ve çevik bek oyuncularını oldukça aktif bir şekilde kullanan Yeni Zelanda'lılar, sporun günümüzdeki haline evrilmesinde en önemli nedenlerden biri.

Bir dizgi hatası sonucu “All Blacks” lakabını alan ekibin başarısı, ragbinin ülkede “ulusal spor” olarak kabul edilmesini de sağlıyor. Bugün Yeni Zelanda'da her alanda ragbinin etkisini görmek mümkün, basketbol takımlarının lakabı bile ragbiden bozma, “Tall Blacks”. Geçtiğimiz yıl yaşadıkları Christchurch depreminin yaralarını sararken de en çok ragbiye tutunan ülkede, altı haftadır gerçek bir şenlik havası esmesi bir sürpriz değil. Final maçının, Pazartesi gününün de İşçi Bayramı yüzünden tatil olduğu bir “uzun haftasonu”na denk getirilmesinin nedeni de bu, takımları eğer Webb Ellis kupasına ulaşmayı başarırsa, bütün Zelandalılar bunu büyük bir coşkuyla kutlayacaklar.

Final maçının oynanacağı Auckland'daki Eden Park stadyumunda 1994'ten beri hiç maç kaybetmeyen All Blacks, grup maçlarında 37-17 gibi farklı bir skorla mağlup ettikleri Fransa karşısında maça favori olarak çıkıyor. Ancak Maviler, yedincisi düzenlenen Dünya Kupası'nda altıncı kez mücadele edecekleri Yeni Zelanda'ya oldukça büyük hayal kırıklılıkları yaşatmış durumda.

1987'de düzenlenen ilk Dünya Kupası'nın finalinde, aynı sahada, aynı rakibe karşı kupayı kaldıran Yeni Zelanda'nın, yıllar boyu dünyanın en iyi üç takımından biri olduğu halde, bırakın bir kez daha şampiyonluğa ulaşmayı, sadece bir kez daha final yüzü görebilmesinde Fransa'nın onlara olduğu köstek büyük bir yer tutuyor. 1995 yılında Güney Afrika'ya kaybettikleri ve Nelson Mandela'nın, belki de apartheid rejiminin en güçlü olduğu alanlardan biri olan ragbide, kupayı Springboks kaptanı François Pienaar'a teslim ettiği o ünlü finalden dört yıl sonra, bir kez daha şampiyonluk ararken, Twickenham'da yarı finalde Fransa engelini geçemiyordu All Blacks. 2007'de, bu sefer çeyrek finalde iki ekip bir kez daha karşı karşıya geliyor, hakemin es geçtiği bir ileri pas sonucu olsa da, Maviler Siyahlar'ı iki farkla mağlup etmeyi başarıyordu. Yeni Zelandalı oyuncular ise, eğer geçmişi yad etmek istiyorlarsa, 2003 bronz finaline ve bu sene grupta ortaya koydukları üstün performansa bakacak ve tarihin yine o şekilde tekerrür etmesini umacaklar.


Yarın saat 11:00'de, Yeni Zelanda'nın hakasıyla, muhtemelen de sonundaki boğaz kesme hareketiyle tartışmalara yol açan Kapa o Pango dansıyla başlayacak olan ve Güney Afrikalı Craig Joubert'in yöneteceği final maçında, oyunun hem forvet, hem de bek yönünde başarılı olacak takım şampiyonluğa bir adım daha yakın olacak. Ma'a Nonu, Richard Kahui, Corey Jane, ve Israel Dagg gibi isimlerin bulunduğu siyah beklerin oyun kurucusu Piri Weepu, 10 numarası ise genç Aaron Cruden olacak. Carter ve Slade'in sakatlıklarının ardından penaltı vuruşlarını kullanma görevini de üstlenen Piri Weepu'nun omuzlarında büyük bir yük olacağını söylemek yanlış olmaz. Mavi beklerde de Dimitri Yachvili, Vincent Clerce ve try yapamadıkları yarı final maçında penaltılarıyla takımına galibiyeti getiren Morgan Parra fark yaratmaya çalışacak oyuncuların başında gelecek.

Maçtaki asıl belirleyici faktörün ise scrum'daki üstünlük olmasını bekleniyor. Jerome Kaino, Richie McCaw ve Keven Mealamu'yu içinde barındıran siyah forvetlerle kenetlenecek olan scrum'ın mavi tarafında ise Thierry Dusautoir, Imanuel Harinordoquy, Nicolas Mas ve Julienne Bonnaire gibi isimler bulunuyor. 

Sonuç ne olursa olsun, bizi çok güzel bir final maçı bekliyor yarın. Fransa, üçüncü kez çıktığı Dünya Kupası finalinden galip dönüp Webb Ellis kupasına uzanabilecek mi, yoksa Yeni Zelanda 24 yıllık kupa hasretine son mu verecek? Bunu muhteşem bir ragbi sabahının ardından, yarın hep beraber göreceğiz.

23 Haziran 2011 Perşembe

Bjk Transfer Dosyası


Blog geri döndü diyoruz ama sezon bittiği için net bir durgunluk var ortada. Aslında taraftar olarak en sevdiğimiz, en heyecanlandığımız dönem yaz dönemi; tuttuğumuz takımla birlikte anılan isimler üzerinden heyecanlanıp hemen kağıt üstüne kadro yazmaya başlayıveriyoruz. Ama kesinleşmemiş isimler üzerinden muhabbet çevirmek fazla akıllıca bir iş değil. Türk futbolu için başarılarıyla ve başarısızlıklarıyla ilginç bir sezonu geride bıraktık ve deyim yerindeyse bütün takımlarımızın eksik yönleri de güçlü yönleri de kabak gibi ortaya çıktı. Bunun da etkisiyle takımlarımız transferi erken açtılar. Transferin son gününe kadar taraftarını bekletip çıldırtmayı alışkanlık haline getiren Galatasaray bile önemli hamleler yaptı ve yapıyor. Ancak bu konuda en çok sayıda ve en önemli hamleleri yapan kulüp Beşiktaş olduğu için transfer incelemelerine Beşiktaş'la başlıyoruz.


Savunmaya yapılan takviyelerle başlayalım. Geçen sene Beşiktaş'ın başını en çok yakan olaylardan biri stoperdeki istikrarsızlıktı. Sivok'un sakatlığı, Ferrari'nin vasat performansı derken stoperde bütün yükün Toraman ve Ersan'ın üzerine kaldığı zamanlar oldu ve bu 4 oyuncunun da eksikleri Beşiktaş'ın iyi oynadığı karşılaşmalarda bile başını yaktı. Sanırım bunun da etkisiyle Beşiktaş'ın transferde öncelik verdiği mevkilerden biri stoper oldu. Bu mevkiye yapılan Sidnei ve Egemen transferlerinin yanı sıra geçen sene kiralık olan Ersan'ın da bonservisi alındı. Ersan'la başlayalım. Ersan Türkiye'nin uzun vadede Serdar Kesimal'le birlikte stoper ikilisini oluşturabilecek önemli bir isim. Geçen sene çok fazla maça çıkmadı ama oynadığı maçlardaki performansı ikna ediciydi. Potansiyelini net bir biçimde ortaya koydu. Eksiklikleri tabii ki var, ama atletik bir oyuncu ve genç olmasının etkisiyle kendini geliştirebileceğini düşünüyorum. Ayrıca yine sol stopere yapılan Egemen transferi de onun üstündeki yükü hafifletecektir. Çünkü Egemen de geçen sene başarılı bir performans gösterdi ve yıllardır ligimizde özellikle mücadelesini takdir ettiğimiz önemli bir oyuncu. Ayrıca her iki futbolcunun da Türk olması Beşiktaş'ın geçen sezon çektiği yabancı kontenjan sıkıntısı açısından bir artı. Sidnei'yi ise çok iyi tanıdığımı söyleyemeyeceğim. Benfica'yı Avrupa Ligi hariç izlemedim ve izlediğim maçlarda da Sidnei oynamıyordu. Ancak oyuncu hakkında okuduklarımız potansiyelli bir adam olduğuna işaret ediyor. Kiralık olarak alındığını da düşünürsek genç bir oyuncu olsa da mantıklı bir risk, ben sene içinde Sidnei'nin formayı Toraman'dan alabileceğini düşünüyorum.

Stoper mevkisini bir kenara bırakırsak savunmanın her 2 kanadı da yine Beşiktaş'ın sıkıntı çektiği pozisyonlardı. Sene içinde sağ bekte Ekrem ve Hilbert'i, solda ise İbo ve İsmail'i gördük genellikle. Ekrem de Hilbert de sağ bek orijinli değiller, bu da zaman zaman bu mevkide sorun yaşamasına sebep oldu Beşiktaş'ın. Sol bekte ise İbo'nun gönderilmesiyle tek kalan İsmail'in tecrübesizliğiyle baskıyı kaldıramadığına ve birçok kez hata yaptığına tanık olduk. Bu bakımdan belki bu mevkilere kaliteli eklemeler yapılabilirdi. Ancak gelen Tanju hamlesi de güzel bir hamle. Tanju da çok iyi tanıdığımız bir futbolcu değil ama geçen sezon Rapid Wien'deki gurbetçilerimizin ismi Galatasaray için geçerken araştırma fırsatı bulmuştum. Hem sağ bekte hem de sol bekte oynayabilen ve iki ayağını da kullanabilen bir oyuncu Tanju. Boyu çok uzun değil ama güçlü ve yere sağlam basan bir adam, tekniği de fena değil söylenenlere göre. Sol bek oynamayı daha çok seviyormuş sanırım sağ beke göre, ama bence solda Egemen'in de oynayabileceğini düşünürsek daha çok sağ bek olarak göreceğiz Tanju'yu.

Beşiktaş'ın orta sahaya şu ana kadar kesinleşmiş 2 transferi oldu: Burak Kaplan ve Veli Kavlak. Fernandes'le de görüşmelere başlandığı açıklanmasına rağmen devamında bir açıklama gelmedi. Burak Kaplan'ın özelliklerine bu yazıda fazla değinmeyeceğim, çünkü Borges Blog'un Burak hakkında yazdığı çok güzel yazılar var:
Veli Kavlak ise geçen sene Galatasaray'la isminin anıldığı dönemde araştırma fırsatı bulduğum bir oyuncu. Zaten bu yıl Rapid Wien maçlarında da görmüştük Beşiktaş'ın orta sahada hücuma yönelik oynayan bir oyuncu. Aynı zamanda kanatlarda da oynayabiliyor. Her iki ayağını da iyi kullanan bir oyuncu ve Avusturya Milli Takımında da forma giyiyor. Ben Veli'nin iyi bir transfer olduğunu düşünüyorum, bu yıl rotasyonda forma şansı bulacaktır ve forma şansı bulduğunda da iyi işler yapar. Rapid Wien formasıyla Beşiktaş'a attığı gol tarzı bitirişler haricinde uzaktan şutlarının da etkili olduğunu biliyoruz. Ama Beşiktaş'ın hücum rotasyonunda ne kadar forma bulacağı merak konusu.

Son olarak forvet transferleri var. Uzun yıllardır Beşiktaş formasıyla izlediğimiz Bobo ve Nihat Kahveci'yle yollar ayrıldı. Yerlerine yerli olarak Mustafa Pektemek ve Mehmet Akyüz, yabancı olarak opsiyonuyla kiralık Bebe geldi. Mustafa Pektemek benim çok beğendiğim ve Galatasaray'da görmediğim bir oyuncuydu, Türk futbolcular arasında bu kadar istikrarlı performans sergileyen adam fazla değil. Sezon içerisinde sık sık yer bulacağını düşünüyorum çünkü hani derler ya, kumaşı iyi bir futbolcu, süratli, top sürebiliyor ve fizik olarak da kolay dağılmıyor. Gol vuruşlarının da hiç de fena olmadığı düşünüldüğünde Almeida geçen seneki performansında kalırsa Mustafa birçok kez forma şansı bulacaktır. Mehmet Akyüz ise bu sene Bank Asya'nın flaş takımı olan Tavşanlı Linyit'i sırtlayan isim olarak ön plana çıkmıştı. Bank Asya 1. Lig fiziksel mücadelenin ön plana çıktığı bir lig, Mehmet de uzun boyu ve hızını kullanarak attığı gollerle dikkat çekmişti. 25 yaşında ilk kez Süper Lig'e adım atan bir oyuncudan ahım şahım bir performans beklemek abes olur, ama Almeida, Mustafa ve Bebe'nin arkasında 4. oyuncu olacağını düşünürsek anlamsız bir transfer değil. En sona kalan adamımız Bebe. Bebe'yi tam bir kapalı kutu olarak değerlendirebiliriz. Geçen sene Jorge Mendes'in menajerliğine geçmesiyle adı sanı duyulmamışken bir anda Manchester United'a transfer olmuştu. Doğuştan gelen yetenekleri olduğu doğru, 1.90 boyu var, hızlı ve güçlü bir oyuncu. Ancak bunların üzerine atılmış bir altyapı temeli yok. Kondisyon sorunları var. Geçen sezon Manchester'da Paf takımına bile girmekte zorlandığı dönemler olmuştu. Transferin içinde Mendes isminin olması, bu adamın futbol camiasında yapmaya çalıştığı işler ve Beşiktaş'la olan ilişkisi düşünüldüğünde bu transferi farklı bir boyuta taşıyor gibi. Bana göre Bebe Beşiktaş'ın en soru işareti transferi, çünkü Forlan vb. isimler konuşulurken bir anda kendini ispat etmemiş ama potansiyelli bir adam getirdiler buraya. Belki Bebe için baskı Manchester'dakinden az olacaktır ve performansı artacaktır ama şunun da bilinmesi lazım ki birkaç maç kötü oynarsa bu adamın geçen sezon yaptığı transferdeki şaibeler ve Jorge Mendes-Demirören ilişkisi basında konuşulmaya başlanılabilir. Bu açıdan ben Beşiktaş yöneticisi olsam daha kariyerli ve tecrübeli bir oyuncu tercih ederdim sanıyorum. Ayrıca oyuncu kanatlarda da değerlendirilebilir, ama fiziği buna müsait olsa da ortalarının gerçekten başarısız olduğunu söylemek lazım. Ancak bu tekniğinden ziyade altyapı sorunuyla alakalı sanırım çünkü gol vuruşları fena değil.

Beşiktaş'ın genel transfer politikasında önemli bir değişme olduğunu kabul etmek gerek. Tabata'ya 8 milyon euro veren Demirören, genç ve potansiyelli oyuncularla takımın iskeletini bozmadan eksiklerini tamamlama yoluna gitti bu yıl. Riskler taşıyor belki bu hamleler ama ekonomik bedeli fazla yüksek olmadığından kabul edilebilir riskler bunlar. Ancak Beşiktaş'ın hala büyük maddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu, basketbol ve voleybol şubelerinin halini ve yine hisse satışı yapacaklarını düşünürsek zaten çok da seçenekleri yoktu. Bu transferlerin saha içerisindeki yansımasını görmek içinse beklemek gerek..

20 Haziran 2011 Pazartesi

Tomas Ujfalusi Galatasaray'da


Tomas Ujfalusi Galatasaray'da. Reyes ve forvet transferi de kesinleştikten sonra oyuncuyla ilgili yorumumuzu genel bir yazıda dile getiririz, zaten 3-4 yıldır İspanya'da oynadığı için herkesin az çok tanıdığı bir futbolcu. Şimdilik aklınızda bir imaj oluşması için bu 2 fotoğraf yeterli sanıyorum..

4 Haziran 2011 Cumartesi

Yeni Belçika - Yeni Türkiye

Kadrosunu gençleştirmeye çalışan 2 takımın mücadelesine daha fazla konsantre olan tarafın Belçika olduğu maç öncesi ve maçın ilk 10 dakikası gözümüze çarpan ilk şeydi. Bu durumun ortaya çıkmasında en önemli neden bana göre medyaydı. Hem geçen haftadan beri yaratılan beraberlik iyi sonuç düşünceleri hem de milli takım kampındaki futbolcular hakkında ortaya atılan transfer söylentileri millilerimizin bu maça konsantre olmalarını engelledi.




Milli Takımımız'ın ilk 11inde bana göre varlığı tartışılacak iki adam vardı:
1- Selçuk Şahin
2- Çağlar Birinci
Dünkü performanslara göre aslında Çağlar'ı birinci sırada yazmam lazımdı ancak Valencia'da ilk 11 oynayan bir Mehmet Topal varken Fenerbahçe'de yedek bekleyen Selçuk'un ilk 11de başlaması üzerinde durulması gereken bir durum. (Selçuk Şahin vasatın üstünde bir oyun sergiledi orası ayrı)

Maça gelecek olursak yaşanılan konsantrasyon sorunundan dolayı maça kötü başladık ve gol yiyene kadar kendimize gelemeyeceğimiz 3 dakikada belli olmuştu ki gol de hemen geldi ve 10. dakikadan sonra oyunu kontrolümüze aldık. Savunmada yaptığımız hazırlık paslarıyla topu ayağımızda tuttuk zaten rakip yarı alanda art arda yaptığımız ilk pasların sonucunda gol geldi. İlk yarının sonuna kadar da oyunu kontrol ettik. Bu süreçte Milli Takımımızdaki en büyük problem pas akışını 3. bölgeye taşıyamamaktı.



İkinci yarı başladıktan sonra ise çok daha önemli bir sorun baş gösterdi: Fiziksel Çöküş. Özellikle Selçuk İnan ve Arda Turan başta olmak üzere bütün takımda bir fiziksel düşüş başladı ve bunu mental çöküş izledi art arda 3 pas yapamayan bir takım görüntüsüne büründük. Belçika üzerimize akın akın geldi, gol geliyorum dedi ama Hiddink hiçbir müdahalede bulunmadı taa ki kaçan penaltıya kadar. Kalede Volkan varken nedense penaltının gol olacağına hiç inanmıyorum, değişik bir güven veriyor kaledeyken ki bu penaltıda da doğru köşeye atladı. Kaçan penaltıdan
sonra yapılan 2 değişiklik özellikle Mehmet Ekici'nin oyuna girip sorumluluk alması bize biraz nefes aldırdı. 3. değişiklik olarak Semih'in oyuna alınması bence yanlış bir değişiklikti. Oyunu kendi yarı sahamızda kabullendiğimiz bir oyun tarzında Semih başarılı olamaz bu yüzden Cenk Tosun tercihi daha doğru olabilirdi.




Sonuç olarak Yeni Belçika 3-4 yıl içinde siyasi nedenlerle dağılmazsa Avrupa'nın çok güçlü takımlarından biri olacak. Romelu Lukaku, Eden Hazard, Fellaini, Axel Witsel ve Mertens bunların hepsi genç ve çok yetenekli oyuncular. Aynı potansiyel bizim takımımızda da var ama nedense Belçika'nın gelişimi daha sağlam bir gelişim gibi geliyor. Kötü futbola rağmen alınan 1 puan bize ikincilik için büyük bir avantaj sağlasa da en iyi ikincilik hayallerini suya düşürdü.

31 Mayıs 2011 Salı

Chateau Forte Dönüyor!!!

Dönüyoruz yakında...

Geçen sene bu dönemlerde başladığımız blog yolculuğumuz (ne kadar yolculuk denebilirse) Sultani'nin yoğun programı dolayısıyla (bahane ararsak çok tabi...) kesilmişti. Uzun bir aradan sonra daha güçlü ve daha kararlı bir şekilde dönüyoruz...

Cumartesi'yi bekleyin!

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Galatasaray-Karpaty Üzerinden Çöküş..

Yazının başlığında Galatasaray-Karpaty olsa da bu asla bir maç yazısı değil, olamazdı da öncelikle onu söyleyeyim. Maçın üzerinden 2 gün geçse de o gün sahada futbol adına hiçbir şey ortaya koyulmadı ve eğer bir maç yazısı yazsaydık bu kadar satır sürmezdi. Burada 5 senede Galatasaray'ın ufak ufak nasıl kimliğini kaybettiğini anlatacağız, dün gece bu çöküşün zirvesiydi sadece. Öncelikle Hagi'nin gönderilişinden başlayalım. Hagi gelir gelmez takımı toparlamış, radikal kararlar alarak devraldığı rezalet takımla Türkiye Kupası finalinde fenere 5 atmış, üstüne ligin kader haftalarında Trabzon'u da yenerek şampiyonu belirlemişti. Ama Hagi'nin icraatlarından rahatsız olanlar vardı. Hakan Şükür başta olmak üzere bazı futbolcular birlikte oynadıkları oyuncunun şimdi teknik direktörleri olmalarından rahatsızdı. Ki bu isim birlikte oynadıkları dönemde bile, özellikle başarılar gelip egolar şiştikçe kıskandıkları biriydi bunu belirtmek lazım.


Bunun üzerine bu şikayetler yönetime kadar geldi. Yönetim o dönem Hagi'yi takımın başına taraftara iyi gözükmek için getirmişti zaten, takımın başında uzun süreli olarak düşünülmüyordu. Hagi'den daha ılımlı olması istendi ama Hagi takımdaki sorunları köküne kadar biliyordu ve taviz verirse takımın kontrolünü kaybedeceğinin farkındaydı. Bunun üzerine yönetim Hagi'nin kalemini kırdı ve onu göndermeye karar verdiler. Galatasaray tribünlerini, benim gözümün gördüğü en büyük Galatasaray efsanesi aleyhinde bağırttılar. Hırsızsınız olayını abartarak medya yoluyla taraftarı Hagi'ye düşman ettiler. Ve onun kellesini aldılar. Yerine gelen isim Erik Gerets'ti. Hücum futbolunu benimseyen Gerets geldiğinde saçları siyahtı. Gittiğinde ise çökmüş ve 4-5 yaş almış gibiydi adeta. Yönetimin ve futbolcuların isteklerine fazlasıyla boyun eğdi, oyuncularını motive edebilmek adına buna da ihtiyacı vardı aslında. Nitekim Galatasaray o dönem "sarıyla kırmızıyla alnımızın akıyla" sloganıyla rekor puan alarak şampiyon oldu. Her ne kadar gelen sportif başarılarla takımın sorunları fazla ön plana çıkmasa da o dönem de mevcuttular aslında. İpler bazı futbolcuların elindeydi, gelen yabancılar ya onlara biat ediyor ya da takımda kalıcı olamıyorlardı. Türk oyuncularının eline bakan Galatasaray bir sonraki sezon aynı performansı yakalayamayınca hoca da kovuldu tabii ki. Bu dönem Adnan Polat'ın da Canaydın yönetiminin ardından Galatasaray'ın başkanı olduğu döneme denk geliyordu. Başkan Polat bu sorunların farkındaydı ve Galatasaray'ın eski başarılarına kavuşabilmesi için Türk oyuncuların bu hegemonyasından kurtarılması gerektiğini düşünüyordu. Bu konuda da güvendiği isim Karl Heinz Feldkamp'tı. Feldkamp gelir gelmez Alman disiplinini uyguladı takıma. Ağır idmanlar yaptı ve her hareketiyle takımın kontrolünün kendi elinde olduğunu göstermeye çalıştı. Bunun için gerekli gördüğünde Hakan Şükür'ü kadro dışında bıraktı, takımı yeniçeri ağalarının eline bırakmamaya kararlıydı. Ama bu aşırı disipliniyle Lincoln gibi bir yıldızı da kaybetti. Ve belki de en büyük hatası bu oldu, eğer ona sahip çıksaydı tek başına takımı taşıyabilirdi ve 2. yarı Hakan Şükür önderliğinde başlayan genel mutsuzluk haline karşı bir dayanağı olurdu Kalli'nin. Oyuncular oynamayınca Kalli istifa etmek zorunda kaldı ve sezonun geri kalan haftalarında yönetim kağıt üstünde Cevat Güler'de, gerçekte ise yeniçeri ocağının elindeydi.


Başkan Polat bu sorunu çözmek için öncelikle Hakan Şükür'e jübile teklif etti. Yeniçeri ağasını takımdan tasfiye ederek ocağı yok edebileceğini sanıyordu. Hakan bunu kendisine hakaret olarak aldı, daha 40 yaşına bile gelmemişti, ne jübilesiydi (!). Ve istemeye istemeye takımdan ayrıldı. Yönetim takımın başına yetenekli bir taktisyen olan ama otoriter bir isim olmayan Skibbe'yi getirdi. Bunda amaç ipleri elinde tutabilmekti. Bir yandan da Lincoln kazanılarak, yanında Kewell, Baros, Meira gibi isimlerle takımın yerlilere bağımlılığından kurtulması hedefleniyordu. Ancak yönetim Skibbe'nin bu iş için yanlış olduğunu çabuk anladı. Çünkü Skibbe her ne kadar yetenekli bir teknik direktör olsa da oyuncularıyla iletişimi arkadaş gibiydi. Bu da takımda otoritenin içeriden veya dışardan takım üzerindeki etkinliğini koruyan Uefa Kupası kadrosu ve Fatih Terim üzerinden yerli oyuncuların elinde olmasını tetikledi. Ama Skibbe'nin oynattığı hücum futbolu felsefesinde bu yerlilere yer yoktu zaten. İleride KLAB dörtlüsüyle Galatasaray 2. yarıya girilirken hem ligde hem de Uefa'da tam gaz ilerliyor ve Kadıköy'de 2. Uefa Kupası parolasıyla yürüyeduruyordu. Ancak sakatlıklar ve cezalılar, devre arasında rotasyona oyuncu takviyesi de gelmeyince Skibbe mecburen taktiğine uymayan yerlilerin eline bakıyor, üstüne Meira'nın da satılmasıyla defansta alternatifsiz kalıyordu. Alınan Kocaeli mağlubiyeti onun Galatasaray kariyerinin sonu oldu ve yönetim, zamanında Hagi'yle yaptığı gibi Bülent'i getirerek taraftarı yanına almayı hedefledi. Bülent Korkmaz ne yazık ki, Uefa kupasını kazanan kadronun en hazımsız üyelerindendi. Gençlerbirliği'nde antrenörken geçirdiği kolun aslında yönetime değil, onu Bülent Korkmaz yapan Galatasaray taraftarına koyduğunu bile düşünmedi. Geldiğinde de sezonun bitmesine o kadar az süre kalmışken devrim yapmaya çalıştı. Bütün sezon yoğun teknik-taktik antrenman yapıp fizik antrenmanı akıl futbolu felsefesi doğrultusunda normalden aza indiren Galatasaray'a Fatih Terim'in koşun evlatlarım futbolunu oynatmaya çalıştı. Ki her şeye rağmen o dönem Skibbe döneminde yatan bazı oyuncuların gösterdiği insanüstü mücadele de dikkat çekiciydi. Ama bu çağdışı felsefeyle Galatasaray Bordeaux'yu Sabri'nin son dakika golüyle geçse de, bir sonraki turda attığı golü savunamayıp Hamburg'a elendi. Ligde de başarı gelmeyince Bülent Korkmaz'ın Galatasaray kariyerinin bu kısa dönemle son bulacağı belli oluyordu. Ama Bülent gitmeden 2 icraatıyla yerli çetesini güçlendirmeyi de başarıyordu, öncelikle sezon boyu mükemmel oynayan Lincoln'ü taraftarın önüne atıyor, sonra da giderayak yeniçeri ocağına Mustafa Sarp takviyesini yapıyordu.


Ve geçen sezona gelelim. Adnan Polat'ın aklında hala bir devrim isteği vardı aslında. Kurnaz bir adam Adnan Polat, bir önceki sezondan ders alarak Rijkaard gibi ismi kolay kolay yıpratılamayacak bir ismi takımın başına getiriyor ve yerli Barcelona felsefesiyle yola çıkıyordu. Franco, Keita, Elano transferleriyle de takım yıldızlar topluluğu haline geliyor ve şampiyonluğun Fenerbahçe ile birlikte en büyük favorisi olarak gösteriliyordu. Ancak şanssızlıklar ve kritik yönetim hataları geçen seneyi de çöpe attı ve bugünkü hale getirdi. Birinci yönetim hatası Arda'nın kaptanlığına getirilmesiydi. Arda'dan olgunlaşmasını, kendisini futbolcu eskilerinin elinden kurtarıp takımın lideri olarak konumlandırmasını umdu Adnan Polat. Onu kendi kanatları altına alarak korumaya çalıştı. Ama o böyle yaptıkça Arda şımarık bir çocuk gibi kendini büyük görmeye ve takımı baltalamaya başladı. Birleştirici karakterden hep uzaktı, takımda kaptanlık görevini gerektiği gibi yerine getiremedi. 2. yönetim hatası Skibbe döneminden ders almayarak rotasyonu boş bırakmaktı. Orta saha ortasına ve savunmaya Linderoth ve Gökhan Zan'a güvenilerek takviye yapılmaması özellikle ligin ikinci yarısında Galatasaray'ın rakibine üstünlük kuramayan görüntüsünde çok etkili oldu. Şanssızlıklara değinirsek, Baros'un sakatlığı, Linderoth'un iyileşememesi, Jo'nun yönetilememesi gibi sebepler Galatasaray'ı şampiyonluktan ve Şampiyonlar Ligi'nden etti.


Nisan ayından beri Galatasaray'ın eksikleri belli. Rijkaard yönetime rapor vererek 1 kaleci, 1 savunma oyuncusu, 2 de ortasaha oyuncusu istediğini söylüyor. Geçen sezon kritik anlarda takımı yakan ve yeterli performans veremeyen Keita, Elano gibi oyuncuların satışına da bu transferlerin yapılması şartıyla izin veriyor. Ancak şu anki tabloya bakıldığında bu eksiklerden hiçbirinin tam anlamıyla kapatılmadığını görüyoruz. Geçen sezonun yedekleri bu sezonun as oyuncuları oluyorlar. Galatasaray hem saha içinde hem saha dışında aciz bir takım görüntüsü çiziyor, Sivasspor yöneticisi dallamanın biri çıkıp, Bursaspor bu hafta karşısında Galatasaray gibi zayıf bir ekip bulmayacak, diyebiliyor ve cevap verilemiyor. Extensor'un da dediği gibi Sezer Öztürk haftasonu Galatasaray karşısında açık favoriyiz dediğinde Arda çıkıp cevap veremiyor, şu an kötü durumda olabiliriz ama biz büyük camiayız toparlanırız, bugün bu sözleri söyleyenler 2. yarı Sami Yen'de 4-5 yiyince adam olurlar diyemiyor. Sahada Galatasaray'ın yabancıları rakipten oyuncuyla rakibe saldıran, arkadaşını sonuna kadar koruyan delikanlı oyuncular yok bu takımda. Galatasaray'ın hakkı, Galatasaray'ın ismi korunamıyor. Basında 3 kuruşluk adamlar Galatasaray teknik direktörüne, Galatasaray oyuncusuna sallıyor kimse bir şey diyemiyor. Hocasına açık açık gider yapan Servet takımın 11 oyuncusu yapılmak zorunda bırakılıyor. Gözbebeğimiz Arda Fatih Terim'in takımın başına gelmesi için canını dişine takıyor, sahada ise yokları oynuyor. Karpaty yenilgisinden sonra kaptanı olduğu takımın otobüsüne binmeyip taksiyle evine gidiyor. Bütün bu kirli oyunlardan zarar gören ise sadece Galatasaray oluyor. Biz hala sahadaki futbolu, yapılmayan transferi değerlendirmek isteyenler, çok safız sanırım. Çünkü Galatasaray bu saatten sonra ne yaparsa yapsın, kimi getirirse getirsin, saha içinde ve dışındaki bu kirli oyunlar mide bulandırıyor. 105 yıllık kulüp, iç çatışmalar yüzünden piç ediliyor.

24 Ağustos 2010 Salı

Galatasaray

Tarihin en kötü başlangıçlarından birini yapan Galatasaray'da bugün bi suçlu bulmak istiyorsak buna önce kendimizden başlamalıyız. Galatasaray taraftarı Alpaslan Dikmen'in kaybından beri geri gidiyo ve artık çöküş noktasında ne yaptığını bilmeyen anlık düşüncelerle hareket eden futbolcusunu desteklemeyen Adnan Polat'a laf söylemekten aciz (dağıtılan bedava biletlerinde katkısı olsa gerek) bir taraftar topluluğu var. İkinci olarak Adnan Polat ve yönetimin suçu var. Galatasaray taraftarı Adnan Polat'a olan sevgisinden(!) bu transfer fiyaskosunu tamamen Adnan Sezgin'in üzerine yıktı. Peki Haldun Üstünel'i kıskanıp gönderen başkanın hiç mi suçu yok. İnsanlar bugüne kadar hep liselilere karşı cıktı peki alaylı olan Adnan Polat Galatasaray'ı fenerbahçeleştirmekten başka ne yaptı(bkz. Hakan Bilal Kutlualp, Saadettin Saran). Özhan Canaydın'a küfredenler şimdi mutlular mı Galatasaray git gide ruhunu kaybederken çok istedikleri Adnan Polat bunu önlemek için ne yapıyor? Evet Galatasaray taraftarı en büyük suçludur yönetimin oyunlarına kandığı için bedava biletleri karaborsada satıp cebini doldurduğu için.

Bana göre Galatasaray'daki en masum kişi futbolcular ve Rijkaard'dır. Futbolcular özellikle Bursaspor maçında kapasitelerini sonuna dek kullanmışlardır ama takımın kapasitesi bu kadarsa bu ne Rijkaard'ın ne de futbolcuların suçudur bu sadece yönetimin ve onun transfer politikasının suçudur. Şimdi Emana gelecek diyorlar kim gelmesin kötü oyuncu diyebilir ki Barış Özbek mi daha iyi Ayhan Akman mı? Galatasaray'ın alacağı orta saha oyuncu çift yönlü olmaktan çok yönsüz oyuncuları keseceği için kim gelirse gelsin takımın kapasitesi artacaktır ama bu takıma bir kaleci bir kanat oyuncusu vede servetin yerine bir stoper lazım.


Bu da 24 yıl öncesinden 14 yıl şampiyon olamamış Galatasaray Taraftarı...

http://www.sporxtv.com/futbol/superlig/galatasaray/tribunlerde-cosacaksin-kupalari-alacaksin-1987SXTVQ17140SXQ

19 Ağustos 2010 Perşembe

Paok 1 - 0 Fenerbahçe


Aslında bu yazıyı yazmayacaktım ama son anda fikrimi değiştirdim. Paok, tahmin ettiğimiz gibi çok diri ve koşan bir takım. Antalyaspor maçından sonraki yazımda da Fenerbahçe'nin bu iyi görüntüsünün Paok gibi ısıran ve hazır bir takım karşısında sekteye uğrayabileceğinden bahsetmiştim nitekim öyle de oldu. Rakip savunma yapmayı gerçekten iyi biliyor. 10 kişi bile kaldıklarında savunmanın kilidini açamamamız da bunun göstergesi. İyi savunmalarının yanında hızlı bir şekilde kontra atağa da çıkabiliyorlar ve bu bizi 2. maçta çok zorlayacak.

İlk yarıda üstün olan taraf Paok'tu. Attıkları gol dışında Gökhan çizgiden çıkardığı bir pozsiyonları daha vardı. Goldeki hatasını da hesaba katarsak Gökhan'ın iyi bir gün geçirmediğini söyleyebiliriz. Cristian da her zamanki gibi yanlış tercihleriyle takıma büyük zarar verdi. Aslında takımın sorunu tek tek bireysel performanslar yerine, rakibin bize ters gelmesiydi bence. Caner, hücumda çok etkisiz kaldı ve zaman zaman tempoyu düşürerek takımı yavaşlattı. Takımın hücuma çıkmakta genel olarak zorlanmasında Emre'nin eksikliğinin de payı olduğunu söylemek gerek. Takım rahat hücuma çıkamayınca da Alex, Semih gibi ileri uç oyuncuları da topla tehlikeli bölgede buluşamadılar ve etkili olamadılar.


İkinci yarı başlarken, Aykut takımla henüz hiç maça çıkmamış Niang'ı oyuna aldı. 45 dakikada, gol atmayı başaramasa da topla Semih'ten daha falza buluştuğunu ve topu daha olumlu kullandığını söyleyebiliriz ancak bunda rakibin 10 kişi kalıp geriye yaslanmasının da payı vardır muhakkak. Deplasmanda alınan 1-0'lık mağlubiyet elbette turu kaybettiğimiz anlamına gelmiyor fakat rakibin çok iyi savunma yaptığını ve iyi kontraya çıktığını düşünürsek Kadıköy'de işimizin çok zor olduğunu düşünüyorum. Hele son dakikalarda Papazoglou altıpastan o golü atmayı başarsaydı, turun gittiğini bile söyleyebilirdim. İkinci maçta Emre ve Stoch'un dönüşüyle Caner - Selçuk ikilisinden kurtulabilirsek, sahada daha iyi bir Fenerbahçe görebiliriz.

17 Ağustos 2010 Salı

Beşiktaş 2 - 0 Helsinki


Maç değerlendirmelerine başlamadan önce Schuster'in sahaya çıkarttığı 11'i çok beğendiğimi söyleyebilirim. Avrupa maçlarında yabancı sınırlaması olmadğından Hilbert ve Tabata gibi ligde zaman zaman yabancı sınırlaması yüzünden yedek kalacak oyunculara şans vermesini çok mantıklı buldum. Bunun yanında dörtlü savunma önünde oynattığı Ernst - Guti ikilisi, rakibini iyi incelediğini gösteriyor. Hele total futbol oynatmayı düşünen Rijkaard'ın Mustafa - Ayhan - Cana üçlüsüyle oynadığını düşünürsek. Rakibin 90 dakika boyunca kendi sahasından çıkmayacağını öngören Schuster, normalden çok daha hücumcu bir kadroyla çıktı. Bu kadro, zaten top yapmak konusunda problemleri olan rakibi önde baskıyla boğunca da, özellikle ilk 15-20 dakikada tam bir Beşiktaş fırtınası izledik. Türkiye'de pek görmediğimiz şekilde, hucümda top kaptırıldığı anda tüm oyuncular bir anda prese başlıyor. Tabi bu daha iyi top yapan takımlara karşı savunmada açık verilmesine sebep olabilir fakat Schuster'in bu konuya çok dikkat ettiğini ve maçtan maça bu baskının değişeceğini düşünüyorum. Ancak özellikle iç sahada Anadolu takımlarına karşı oynadığı maçlarda bu baskı Beşiktaş'ın en önemli silahlarından biri olacaktır.


Beşiktaş, maça çok arzulu başladı ve maçın büyük bölümünde bu arzuyu sürdürdü. Hilbert, attığı golün yanında sahanın en çalışkan adamı olarak göze çarptı. Hücumdaki koşularının yanında işin savunma yönünde de aynı azimle oynadı ve gönderilmesi gündemde olan bir oyuncu olarak takımda kalmayı hak ettiğini kanıtladı. Bu performansıyla olası sakatlıkların ve özellikle Avrupa maçlarından önce yapılacak rotasyonların etkisiyle bu sezon en az 25 maç oynayacağını düşünüyorum.
Quaresma da hem attığı golle hem de maç boyu sol tarafı koridora çevirmesiyle gayet iyi bir performans gösterdi. Arkasında oynayacak İsmaillerle (Üzülmez - Köybaşı) uyumu sezon içerisinde arttıkça Beşiktaş'ın sol kanat etkinliği artacaktır. Guti, lig maçına kıyasla daha geride oynadı bu maçta. Zaten rakip atak yapmayı düşünmediği için Beşiktaş savunma zaafı da yaşamadı. Bu sezon Guti'li ve Quaresma'lı Beşiktaş'ı izlemek büyük zevk olacak.
Son olarak, bu maçın 2-0 bitmesine rağmen, ikinci maçta rakibin biraz daha ofansif bir mentaliteyle sahaya çıkacağını ve Beşiktaş'ın daha rahat ve daha farklı bir skorla ikinci maçı kazanacağını düşünüyorum.